Bu yazı dün yapmış olduğumuz bir aile gezisinden gözlemleri içeriyor. Gezi dündü ama yazı birgün sonra geldi. Sizden ricam zamanı büküp (zaman bükücü değilseniz bir bükene sorun – kötü espiri, özürdilerim) bu yazıyı dün okumuş gibi davranmanız. Hikayenin hiç bir özelliği yok bu arada. Sonra vay efendim bilseydim okumazdım, yok boş yere zamanımı aldın’la gelmeyin lütfen. Gelirseniz de boynumuz kıldan ince 🙂 Bu arada her diyaloga tırnak işareti kullanmaktan sıtkım sıyrıldı, onun yerine koyu renk yazdım konuşmaları. Yeni bişiy deniyorum.
Eşim ve eşim haftasonunu planlarken, ben Sarp en son ne zaman orman gördü, diye sorunca eşim kendiyle hemfikir olup Koşuyolu’ndaki koruya gidelim mi dedi. Bende bana mı sordun, dedim. O da, burada başka biri mi var, tabi ki sana sordum, dedi. Sağ elini de böyle sümsük (yumruk) yapmış, dik dik bakıyor bana. Gidelim karıcığım, sen nasıl istersen, dedim. Pazar sabahı kahvaltıdan sonra gidelim dedik. Pekiii bilin bakalım biz ne yaptık?… Pazar günü kahvaltıdan sonra koruya gittik. Şaşırdınız mı? Gidicez dedik ya üç cümle önce?! La havle.
Uzun zamandır ilk defa yolu kaybetmeden ve acısıyla tatlısıyla tepişmeden gideceğimiz yeri kolayca bulduk. Girdik parkettik. Müthiş bir enerjiyle arabadan indik. Ben sabah korunun adını bulmaya çalışırken internette, Hababam Sınıfı’nın buradaki Adile Sultan Kasrı’nda çekildiğini okuduydum, heyecanımız ondan. Gözlerimiz nemli, binanın yanına seyirttik. Bahçeden geçerken, bak işte burası yağmurda tek ayak üstünde bekledikleri yer, bak bu merdivenlerde oturup askere giden arkadaşlarıyla resim çektirdiler diye duygulandık. Meğersem içinde bir de müze varmış, ama 12’de açıldığı için almadılar bizi. Bu saatte açılmasının özelliği ise, son çekilen Hababam Sınıfı’nın son sahnesinin tam 12’de bitirilmiş olmasıymış. Çok enteresan di mi? Atıyorum beee, ne bilim ben niye 12’de açılıyormuş.
O zaman önce koruyu gezelim dedik. Oğlan iki metre yürüdükten sonra yorulup kucağa geçti. Saldık kendimizi patikaya. Girişte büyük bir uyarı tabelası “Korumuzu koruyalım…”. Sonradan denk geldim bilgiye, burası da yakın zamandanezih bürokrasinin tecavüzüne uğrayan yerlerden biriymiş. Zaten her köşedeki muammalı beton eklemelerin inşaatını görünce anlıyor insan. Ama bu başka bir blogun konusu (merak edenler internete girip Validebağ Korusu yazarsa, haberlerden takip edebilirler). Biz patikadan aşağı doğru salınırken, patikadan yukarı doğru koşan gençler vardı, spor camiasından. Ben hemen atlayıp, vaay buraya koşmaya gelebilirim, patika çok engebeli ama toprak zemin çok uygun filan diye hava yaparken, eşim son noktayı koydu muhabbete: Sen burada koşarken kesin düşersin. Teşekkür ederim bana göstermiş olduğunuz bu derin güven için. İtiraz edince, bana geçmişi hatırlattı, sustum.
Ağaçların arasında ilerliyoruz. Oğlanı kucaktan indirdim, yeter ulan, diyerek. Topunu da attım, hadi koş bakiym diye. Meyilli arazide mütevazi bir biçimde zıplayan topa bakıp, baba kucak, dedi sakince. Hayır oğlum, yürü biraz. Allah var, büktü boynunu yürüdü çocukcağız. İki dakika geçmedi, eşimden bir feryat. Bi döndüm, oğlan yerde. E kimin oğlu… Uzaktan, kalk bakiyim kalk, bişey olmamıştır, diye güven-veren-ebeveyn triplerindeyim, bi kalktı diz kanıyor. Kanı görünce panik-yapan-ebeveyn moduna girdik kısa bir süre. İlk müdaheleden sonra oğlanı kucağa alıp yolumuza devam ettik.
İlerlerken ana yoldan ayrılıp ara yollara girdik. Macera yaşicaz. Gelmeden önce internette araştırdıydım ya, “Ağaçların büyük kısmı meyve ağacı” diye bir bilgi vardı. Ben sincap gibi ağaçları gözlerimle tarayarak yürürken, bi baktık yerde minik elmacıklar. Kesin o modelin bir adı vardır ama ben bilmiyorum. Hani böyle olur ya erikten az daha irice, sert ve ekşimsi minyatür elmalardan. Hemen atladım bi tanesine ve üstüme silip yemeye başladım. Akabinde çok “iyi” örnek olduğum için eleştirildim tabi. Yerden meyve alınıp yenirmiymiş. Miş miş miş. Ya bizim atalarımız başka hayvanın ağzından yemek çalıp yermiş, biz küçükken hep meyve ağaçlarından yerdik, sen küçükken hiç meyve ağacından meyve yemedin mi? diye çıkıştım. Anında eşimin gözleri doldu. Kendisi Ankara’da büyüdü, oralarda ağaç olmadığını unutmuşum (hehehehe…N’olursunuz vurmayın, ah, valla, aah, şaka yaptım). Tabi bu durumu gören oğlan tutturdu ben de yiicem diye. Yasak elmayı buldu ya, kaçırmaz. Annesinin 1000 voltluk bakışlarına maruz kalarak biraz ısırttırdım. Sonra, hadi biraz toplayalım, evde yeriz diye kandırdık. Toplarken bi baktım, yerde bi limon. N’oluyo be, istanbulda ne limonu?? Anaa baktım bi tane daha, yanında da bir kaç kırmızı biber? Biberler acıdır diye vazgeçirdik ama çürümemiş elma bulmakta zorlandığımız için temsili olarak limonları da aldık.
Derken beklenen replik geldi: Baba hadi top oynayalım. Yolda gelirken bi toprak futbol sahası görmüştük, hadi oraya gidip oynayalım dedik. Alana girdik koşarak. Oğlan topa vurdu, gol. Sıra sende baba, ama sen kaleye vurma, topu bana at. Bencil cüce. Ben saat 1 yönündeki oğlana doğru bi vurdum topa, top gitti saat 9 yönüne. Rüzgarda var… Top gitmeye devam ediyor… Uzaktan oğlan bana bakıyor. Ben de oğlana bakıyorum. Top gitmeye devam ediyor. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Hareket yok. E alsana oğlum topu?? Sen al baba. Oğlum top senin, alsana be? Sen al baba. Top gitmeye devam ediyor. Eşşşek gibi gittim aldım topu. Bi de arkamdan doğru vur baba filan diyor ukala. Alacan topu aslında, bunun üstüne çekecen şutu… Ama tutturamıyorum. Rüzgar var, bi de gözüme sinek girdi, zaten bu ayakkabı topa vurmak için yapılmamış, hem bu top yamuk.
Arayı hızlı geçiyorum, çıktık korudan geldik müzeye. O arada arkadaşlarımız da geldiler, hep beraber önce müzeye girelim dedik. Yolda topladığımız elmaları gösterdik onlara, ama vermedik. Ben yicem hepsini evde. Müzenin (daha doğrusu sınıfın) kapısında 6-A Edebiyat yazıyor. Biz tabi direkt duygu seli. Girişte, yerde teknolojik bir galoş makinası var. O ne lan, diyebilirsiniz, ben de anlamadım ilk önce ne olduğunu. Arkadaş biliyormuş o söyledi. Böyle büyük bir alet, plastik folyo sürüyor dışarı doğru, ayağını bastırıyosun ayı gibi, çevresinden sıcak hava üfleyip plastiğin ayakkabının etrafında büzülmek suretiyle bir galoş, eeeh neyse ne işte. Önümüzde bi abla topuklu ayakkabı giymiş, gayet doğal, ama makina buna göre tasarlanmamış. Bir süre kıkırdayarak ablanın makinayla mücadelesini seyrettim. Bir ayak oldu, diğeriyle daha fazla uğraşamadı ve topuğundan sarkan plastik parçasını hırrş hırrş diye ayağıyla sürüyerek girdi sınıfa. Sınıfın içinde mumdan Hafize Ana, İnek Şaban filan var. Temsili. Hafize Ana’nın resimini facebook sayfasında paylaştım, buraya da koyuyorum. Boyu posu, kıyafeti tamam ama yüzü Hansel Gretel’deki kötü cadının ablasına benzetmişler. Sağ elin işaret parmağını koparıp sol bileğinde önlüğün koluna tıkıştırmışlar. Zaten çan tutan sol eli komple yok. Hafize Ana’ya bu yapılır mı be? Kızdık çıktık.
Bu arada sormayı unuttum. Koruda elma neyin toplarkene, bir de bi tane şey bulduk. Hani var ya Buz Devri (Ice Age olarak da bilinir) animasyon filminde Scrat diye bi kemirgen. Hep fındık gibi bişeylerin peşinde. Hah işte, onun uzununu bulduk. Aşağıda ganimetin resmi var, orda görebilirsiniz. Sarp çok sevindi, zira babası gibi kendisi de fanatiği o filmin. Bak oğlum hatırladın mı ays eycteki farenin şeysi bu? Gaye ne bu? Fındık mıydı bu ya? Yok be meşe palamutu mu, neşe palamutu mu öyle bişey. Oğlan bakıyor merakla. Sonuçta hatırlayamadık ne olduğunu. Bilen varsa bi paylaşsın, oğlanı aydınlatalım.
Hafize Ana’nın şen kahkahası hep sizinle olsun.
Okullar tam açıldı artık, anne-babaların bayramını kutlarım.
İyi bir hafta dilerim.
NOT: Eşimi otoriter bir karakter gibi yansıtmış olabilirim, bu işin şaka yanı tabi. Şeker gibidir kendisi. Yalakayım ben.
Palamut tamam da.. (Hababam sınıfının kitabında Palamut Recep de var bu arada, oraya da bağlayalım) sümsük bi başka bişey. Böylee, eeaa yazının sonundaki adam gibi… Sumsuk o vurulan… zumzuk da derler sert olarak, ama sumsuk doğrusu..
Yazı yine çok güzel tesekkur ederim. Bacıma selam.
Zumzuk tabi ya dogru :)) aleykum selam 🙂
Siz yazınca cok merak ettim bizde en kısa zamanda gideceğiz o koruya ve müzeye 🙂